12 Ekim 2018 Cuma

ANKARA'NIN BAŞKENT OLUŞUNUN 95. YILI KUTLU OLSUN



13 Ekim 1923. Tek maddelik bir kanunla, Ankara'nın başkent olması Meclis tarafından kabul ediliyor. Bozkırdaki tozlu, bakımsız, yolu, suyu, konutu olmayan Anadolu kasabası, artık yeni devletin simgesidir.

Aradan 16 gün geçiyor ve 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan ediliyor. Süreç artık başlamıştır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde genç devlet, dünyaya karşı kişiliğini adım adım kazanacaktır. 

Ankara başkent olmuştur ama savaşta yendiğimiz emperyalist ülkeler bu kararı tanımazlar.

Çünkü Osmanlı döneminde, hepsinin büyükelçiliği eski başkent İstanbul'dadır. Temsilciliklerini Ankara'ya getirmeyi reddederler. Türk hükümeti bunlara sürekli çağrıda bulunur ama sonuç değişmez.

Dünya diplomasi tarihinde böyle bir olay olmamıştır. 

Direnenlerin başını İngiltere çekmektedir. Fransa, İtalya ve diğerlerinin tavrı da aynıdır.

Büyükelçiliklerini Ankara'ya taşımamalarını şu gerekçeye dayandırırlar: 
"Cumhuriyet rejimi tutmayacak ve çökecektir. Dolayısıyla, İstanbul yeniden başkent olacaktır. Büyükelçiliği Ankara'ya taşımaya gerek yoktur."

Aradan iki yıl geçer. 1925 yılında Ankara'da sadece iki büyükelçilik vardır;  Sovyetler Birliği ve Afganistan.

Genç Cumhuriyet rejimi, bunu bir onur sorunu yapar. Sürekli girişimde bulunur ama sonuç alamaz. 

Avrupalılar da bir yerde haklıdır! İstanbul'daki büyükelçilikleri genelde Boğaz kıyısında, ya da kentin en seçkin yerlerindedir. Sosyete, kaymak tabaka oradadır.

Şimdi ne yapacaklardır bir oteli bile olmayan bozkır kasabası Ankara'da!
Gerçi yeni devlet, onlara kasabanın en çok gelişecek yerlerinde büyükelçilik binalarını yapsınlar diye bedava arsalar vermiştir ama kime ne! 

İstanbul'daki İngiltere Büyükelçisi Henderson, Londra'ya yazıyor: “Ankara'nın başkent olarak kalması, Mustafa Kemal'in plan ve ihtirasları için gereklidir. Ben bugünkü Büyük Millet Meclisi'nin iki yıllık ömrü olacağını ve Ankara'nın da iki yıl başkent kalacağını sanıyorum. İstanbul'un çekim gücü fazladır ama Türk hükümetini tekrar Boğaz kıyısına çekebilmek için iki yıldan fazla zaman geçebilir."

Aradan tam altı uzun yıl geçer ve direniş cephesi 1929 yılında önce İtalya ile çökmeye başlar. Bu ülke, büyükelçiliğini Ankara'ya taşımaya karar verir.

Ardından Fransa çözülür...

Ve İngiltere, büyükelçiliğini İstanbul'dan Ankara'ya 1930 yılında, Ankara'nın başkent oluşundan tam yedi yıl sonra getirir. 

İşte, Ankara'nın başkent olmasından sonra yaşanan serüvenin bir bölümü böyledir!

Ankara'nın Başkent oluşu ile ilgili 13.Ekim 2008'de de şunları yazmışım;

İngiltere Büyükelçisi Henderson'un mektubunda bahsettiği İstanbul'un Çekim gücüne 80 yıldır hiçbir TC hükümeti kapılmamıştır.

Türkiye Cumhuriyetinin Bakanları "İstanbul Paranın Başkenti olacak" diye demeç vererek, Anayasa'nın değiştirilmez hükümlerinden biriyle alay edilebilmektedirler.

Merkez Bankası Başkanlığının, Ziraat Bankası ve Vakıflar Bankası Genel Müdürlüğünün İstanbul'a taşınma çalışmaları yürütülmektedir.

BDDK, SPK, Rekabet Kurulu, RTÜK, Telekomünikasyon Kurulu gibi bazı düzenleyici kurumların, İstanbul'a taşınması sürekli gündemde tutulmaktadır.

TRT'nin, Genel Müdürlüğünü İstanbul'a taşımayı düşündüğü haberleri medyada yer almaktadır.

İstanbul'un Kurtuluş gününde okullar tatil edilebilmektedir.

Başkent tuğla-tuğla İstanbul'a taşınmaya çalışılmaktadır…Kısacası Ankara BOŞKENT haline getirilmektedir.

Tarih şuuru, milli hedefleri olmayan; bunun 2. Cumhuriyetçilerin, Yeni Osmanlıcıların bir rövanş alma mücadelesi olduğunu göremeyen; kitleler de, tüm bu gelişmelere karşı tepkisiz kalmaktadır.

Bu notları yazışımın üzerinden 10 yıl geçmiş. Geçen 10 yıllık sürede sevindirici olan; İngiltere Büyükelçisi Henderson'un mektubunda bahsettiği İstanbul'un Çekim gücüne kapılanların bu çekim gücünün etkisinden kısmen kurtulmuş olmalarıdır...

ANKARA'NIN BAŞKENT OLUŞUNUN YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN.


3 Ekim 2015 Cumartesi

“KAFES” ÜZERİNE DÜŞÜNCELER



Lütfü Şehsuvaroğlu’nun, ülkücü hareketi anlattığı romanı Kafes’in filme çekildiğini duyunca heyecanlandım. Vizyona girmesini iple çektim…

Açıkçası çok kaliteli bir film izleyeceğim umudunu taşımıyordum… Vasat bir film bile beklentimi karşılamaya  yetecekti… Çünkü bugüne kadar ülkücüler  sinemada hiç anlatılmamıştı… Gerçi ülkücü kökenli  birkaç tanınmış yönetmen vardı ama onlar da bu konulara girmemişlerdi…

Her ilk zordur… Ve ilkler hatalarla maluldür… Ama her ilk alkışı hak eder… Çünkü cesaret gerektirir. Yürek gerektirir…

Kanaatimi baştan söyleyeyim; Kafes, Babam ve Oğlum kadar iyi  bir 12 Eylül filmi dersek doğru olmaz… Ama, Babam ve Oğlum dışındaki diğer 12 Eylül filmlerinden daha başarılı…

Film Mehmet Sipahioğlu ve İhsan Başkan etrafında gelişiyor…  Belki Lütfi Şehsuvaroğlu ile Muhsin Yazıcıoğlu etrafında gelişiyor desek daha doğru olacak… O kadar belli ki, Mehmet Sipahioğlu’nun Lütfü Şehsuvaroğlu, İhsan Başkan’ın da Muhsin Yazıcıoğlu olduğu…

Senaryo sağlam… Ama hiç hata da yok demek mümkün değil…

Mesela film Dursun Önkuzu’nun şehit edilmesiyle başlıyor… O zaman da İhsan Başkan,  Başkan… 12 Eylül İhtilalinde de yine başkan… Dursun Önkuzu 1970’de şehit edildi… M.Yazıcıoğlu o yıllarda Şarkışla’da lise öğrencisi… Haydi diyelim kahramanların birebiri aynı değil… Ama 10 sene boyunca aynı kişilerin sürekli Ocak yönetiminde olması mümkün mü? Sayın Şehsuvaroğlu bunları bilmez mi? Tabii ki bilir… Muhtemelen, Dursun Önkuzu’nun cinayetindeki acımasızlığa dikkat çekerek, filmin başında seyirciyi sarsarak filme başlamak istenmiş olabilir… Ama bilenleri rahatsız ediyor…

Ülkücülerin ve solcuların arasına giren istihbarat ajanları, Türkiye’nin adım adım 12 Eylül’e getirilişi, 12 Eylül sonrası  hapishanelerde yapılan işkenceler, idamlardaki hukuksuzluklar izleyicinin kavrayacağı bir şekilde anlatılmış…

Seslendirmede bir sorun olduğu, daha doğrusu bazı kahramanların ses tonları ile kişilikleri arasında uyumsuzluk olduğu gibi bir algıya kapıldım. Yanılmış da olabilirim…

Sayın M.Fatih Doğrucan’ın “Realizm, romantizme kurban edilmiş” eleştirisine de zaman zaman hak vermedim değil… Solcu Elif ile Ülkücü Mehmet Sipahioğlu’nun aşkı filme akıcılık katmış… Güzel düşünülmüş… Ancak çok gerçekçi değil, hele iki taraftan da bu aşka  tepki gelmemesi o günün şartlarında bana mümkün görülmedi…

Filmde ışık çok iyi kullanılmış… Film müziği de çok güzel… Oyuncular da rollerinde sırıtmıyor.. Hele Mehmet Sipahioğlu rolundeki İsmail Hacıoğlu ile Mustafa rolündeki Barış Küçükgüler mükemmel bir oyun sergilemişler...

Ayrıca İhsan Başkan’ın giyim tarzının, pardesüsünden, gömleklerinin rengine kadar M.Yazıcıoğlu’nun giyim tarzını yansıtması, filmde ayrıntılar üzerinde bile ne kadar durulduğunu göstermesi bakımından ilgi çekici…

ABD emperyalizmine yeterince tepki verilmediği özeleştirisinin yapılması, soldaki Attila İlhan-M.Ali Aybar-Kemal Tahir çizgisine yakın durma çabasının dillendirilmesi, solcu gençlerin de vatansever olduğuna vurgu yapılması doğru ve cesur yaklaşımlar…

Ancak, M.Ali Aybar’dan övgüyle bahsedilirken, Atsız’ın,  Alparslan Türkeş’in isimlerinin film boyunca hiç zikredilmemesi bence eksiklik… Türkeş’siz ülkücü hareketin filmi çekmek, Atatürk’süz İstiklal Savaşı filmi çekmek gibi bir şey…

Bir de yapım şirketin isminin Türkçe olmaması (Joy Film) ironi gibi olmuş…

Tekrar edeyim Her ilk zordur… Ve ilkler hatalarla maluldür… Ama her ilk alkışı hak eder… Çünkü cesaret gerektirir. Yürek gerektirir…

Bu zorluğun altından kalkan yapımcı Yasemin Nak, yönetmen Mahmut Kaptan, senaryo yazarı Bektaş Topaloğlu  ve Lütfü Şehsuvaroğlu’ndan oluşan ekibi tebrik ederim

Mutlaka izleyin…

03.10.2015





24 Ağustos 2015 Pazartesi

MARKA, MÜŞTERİ, ÇAĞRI MERKEZLERİ VE BTK

MARKA, MÜŞTERİ, ÇAĞRI MERKEZLERİ VE BTK

18 Ağustos 2015 Salı 22:57
Ülkelerin gelişmişlik kıstaslarından birisi de sahip olduğu uluslararası “Marka” sayısıdır. Bizde THY dışında uluslararası marka var mıdır? Aklıma gelmiyor doğrusu…

Gerçek anlamda marka denebilecek yerel marka sayımız da çok azdır… Turizm alanında “VARAN TURİZM” yerli markalar arasında sayılabilirdi… Servis kalitesi, şoförlerinin seçimi, yolcularının seçkinliği trafik kazalarının azlığı gibi unsurlar yanında müşteri ilişkiler yönetiminde ciddi aksaklıklar olmaması VARAN’ı “Yerel Marka” olarak değerlendirmeme yol açıyordu. Bu nedenle Varan’ın seferinin olduğu yerlerde genelde Varan ile yolculuk yapmayı tercih ediyordum.

Hafta Sonu bir yakınımın düğünü nedeniyle İzmir’e kardeşimin arabasıyla gittim. İzmir’e ulaşır ulaşmaz Varanın internet sitesi üzerinden İzmir-Ankara dönüş biletimi aldım; 16.08.2013 Pazar günü saat 11.30 Koltuk No:37

Servis güzergâhını ve saatini tespit için yeniden Varan’ın İnternet sitesine baktım. Konakladığım yere en uygun Üçkuyular Acentesi görünüyordu. Telefonu aradım. 232.28824.. cevap vermedi, sonra başka bir acente 232.28569.. yine cevap yok, sonra başka bir numara 232.22488… yine cevap yok…

İnternet Sitesine yeniden döndüm, Müşteri Hizmetlerinin telefonuna baktım 444 8 999… Numarayı çevirdim ilk karşılama mesajı; “Sayın Müşterimiz yeni Müşteri Hizmetleri Telefonumuz 0850 811 1999’dur bundan sonraki aramalarınızda yeni müşteri hizmetleri telefonumuzu arayınız.” İlginç Müşteri Hizmetleri servisinin telefonu değişmiş ama internet sitesinde herhangi bir değişiklik yapmamış.

Saat 17.42’de mekanik ses “….. ise şu numarayı…. İse şu numarayı…” diyor. Servis bilgi isteğine ilişkin tuşa bastım; “Sizi operatöre bağlıyorum lütfen bekleyiniz” ve bir dakika arayla tekrarlanan “Beklediğiniz için teşekkür ederiz.” Bu sesi 5. Defa duyunca telefonu kapatıım. Görüşme süresine baktım tam 5 dakika 21 saniye bağlı kalmışım…

Herhalde yeni müşteri hizmetleri telefonundan hizmet veriyorlardır diye 0850 811 1999numaralı telefonu aradım… Telefon çaldı ve 18.07’de “….. ise şu numarayı…. İse şu numarayı…” prosedürü başladı. Nihayet karşımda bir bayan operatör, servis bilgisi istiyorum… Servis bilgisi ile ne alakası varsa; nereden nereye saat kaçta seyahat edeceğimi soruyor. İzmir Ankara Saat 11.30 diyorum. İlave ediyorum koltuk numram da 37 “Kontrol ediyorum efendim.” Diyor. “Bilgileriniz doğru İzmir Ankara, 11.30, 37 no.lu yolcumuzsunuz” deyince görüşme kesiliyor… Hatlar mı kopuyor. Operatör işinin bittiğini sanarak görüşmeyi mi sonlandırıyor anlamıyorum. Görüşme süreme bakıyorum 3 dk. 53 saniye…

Vela havlü diyerek yeniden sarılıyorum telefona Saat 18.07’de yine “….. ise şu numarayı…. İse şu numarayı…” diyen otomatiğe bağlanmış sesi duyuyorum. Yine birkaç defa “Beklediğiniz için teşekkür ederiz.” Sesini duyuyorum. Yine bir bayan operatör çıkıyor karşıma, Üçkuyular acentesinin telefonunu soruyorum “Bilgilerinizi doğrulatmamız gerekir efendim” diyor. Zaman kazanmak için hızlıca sayıyorum İzmir-Ankara – 11.30 -37 numara… O da “Bilgileriniz doğru İzmir Ankara, 11.30, 37 no.lu yolcumuzsunuz” diyor ve Üçkuyular acentasının telefonunu veriyor… 0.232.24698…

Verilen acenta numarasını arıyorum. Karşıma çıkan kişi biz acentalığı bir ay önce bıraktık diyor. Deliye dönüyorum…

Yeniden İnternet ….Varan Turizm’in otogar telefonuna ulaşıyorum 0.232.472 06 07 … Telefon uzun uzun çalıyor… Yine açan yok… Tam kapatıyordum ki, kaba bir erkek sesi; tam hatırlayamamakla birlikte “Ne var” gibi kaba bir tabirle karşılıyor beni… Ya sabır diliyorum… Derdimi anlatıyorum… Sinirli bir ses tonuyla “Bizim 11.30 da seferimiz yok, gece 23.30 olmasın” diyor… Ben hayır 11.30 diyorum… Karşılıklı yükselen ses tonu… Kapatıyorum..

Telefonu kapatınca gelen SMS mesajına bakıyorum. Kahretsin; 17.08.2015 İstanbul –ankara 11.30 seferinden bilet almışım… Kendi kendime kızıyorum… İl seçeneklerinin en başına İstanbul koydukları için yanılmış olmalıyım diyorum… Haydi ben görmedim Müşteri Hizmetlerinin iki operatörünün ikisi birden nasıl görmez diyorum…

Yeniden İnternet… İnternet üzerinden bileti açığa almayı veya iptalini sağlayacak bir seçeneğe ulaşamıyorum… Düğün saati yaklaşıyor… Daha duşa gireceğim… Traş olacağım.. Giyineceğim…Daha bir strese giriyorum…

Yine 0850 811 1999 numaralı telefonu arıyorum… Yine uzun süre sonra ulaştığım operatör, sefer değişikliği yapamayacağını ancak iptal edebileceğini söylüyor… Tamam diyorum… 18.38’de iptal işlemi gerçekleşiyor… Görüşme süresine bakıyorum 8 dakika 1 saniye…

Bir saati aşkın bir çaba ve stresten sonra başladığım noktadayım… Halen biletim yok…
Markaymış, Varan’mış, Ulusoy’muş geç, diyorum kendi kendime…

Pamukkale’nin internet sitesinden 17.08.2015 günü saat 11.30 İzmir Ankara seferinden son kalan koltuklardan birisini alıyorum… Aradığım İzmire ilişkin Müşteri Hizmetleri numarasından gerekli sefer bilgilerini hemen öğreniyorum…

İptal edilen biletin parası hala ktedi kartıma yüklenmedi... Ne zaman yüklenir bilmiyorum... Bir de yarım saati aşkın telefon görüşmesi...

Bir firma hem de markalaşmış bir firma, nasıl olur da internet sayfasını güncellemez? Çağrı Merkezlerinde, bankolarda nasıl olur da bu kadar dikkatsiz personel istihdam eder? Müşterisine neden eziyet eder?
Muhtemelen yeni bir yapılanmanın içerisindeler... Ama bu beceriksizlik devam ederse müşterilerinin büyük bir bölümünü kaybeder?

Markanın önemi mi dediniz?

Müşteri Hizmetleri Servisi mi dediniz?

Müşteri memnuniyeti mi dediniz?

Geçiniz beyler, geçiniz…

Bu konularda bin fırın ekmek yememiz lazım…

MARKA YARATMAK KİM, BİZ KİM?

Bir de Telekomünikasyon sektörüyle ilgili aklıma takılanlar;
Varan Çağrı Merkezi hizmetini kendisi mi veriyor, hizmet mi satın alıyor?
Muhtemelen profesyonel Çağrı Merkezlerinden hizmet satın alıyor..
Pekiyi profesyonel bir çağrı merkezi bu tür hataları nasıl yapar? Hizmeti nasıl bu kadar geç ve sağlıksız verir?
Acaba diyorum Çağrı Merkezleri Telekomünikasyon Firmalarına getirdikleri telefon trafiğine göre para mı alıyorlar?

22 Kasım 2013 Cuma

ONLARA ÇOK ŞEY BORÇLUYUZ


Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum.  Hz. ALİ

Bir öğretmenler gününü daha kutlayacağız. 

Öğretmenliğin ne kadar zor, çileli ve önemli bir görev olduğundan bahsedeceğiz. Atatürk Başöğretmenimizdi diyeceğiz… Kutsal kitabımızın “oku” emriyle başladığını söyleyip, bizi okutan öğretmenlerin ne kadar kutsal görev yaptığı üzerine nutuklar atacağız…

Çocuklara şarkılar söyleteceğiz: Öğretmenim canım benimcanım benim. Seni ben çok, pek çok severim. Sen bir ana, sen bir baba….

Çocuklarımız, Öğretmenine alacağı hediyenin telaşına düşecek… Onların heyecanı bizi de saracak, hediyeler alacağız…

Büyük kentlerde, üst ve orta gelir grubundaki insanların yaşadığı mahallelerindeki  okulların Öğretmen Odaları çiçek bahçesine dönecek… Köy öğretmenleri ise bir kır çiçeği alırsa mutlu olacak…

Öğrencileri öpmek için ellerine sarıldıklarında gözyaşlarını tutamayacak öğretmenlerimiz… Çalışanıyla, emeklisiyle…

Öğretmenlerimiz 24 Kasım’da gerçekten mutlu olacaklar… Ama 25 Kasım sabahı uyandıklarında, o rüya bitecek… Türkiye’nin, eğitimin, öğretmenin sorunlarıyla yüzleşecekler yeniden..

Okulsuz köyler… Öğretmensiz okullar… Taşımalı eğitimin ve servislerin yorgunu öğrenciler… Her yıl alınmayacağı ilan edilmesine rağmen kimsenin ödememeyi başaramadığı “kayıt parası” …. Türkçe konuşamayan ilköğretim, doğru dürüst okuyup yazamayan lise mezunları…Çocukları iyi okullara kaydettirebilmek,  iyi öğretmenlerin sınıflarına aldırabilmek için aracı kılınan hatırlı dostlar… Sık sık değişen müfredat… Maaşı aldıktan bir gün sonra cebinde beş kuruş kalmayan öğretmenler… Okuldan daha çok zaman geçirilen dershaneler… 70-80 kişilik derslikler..  Pazarlarda limon satan, taksilerde şoförlük yapan öğretmenler… Parasız yatılı uygulaması kaldırıldığı için cemaat yurtlarına mahkum edilen köy çocukları…Kitap ve süreli yayın alamadıkları için mezun olduktan sonra branşlarında meydana gelen değişimi takip edemeyen öğretmenler… Okutulmayan kız çocukları… Ünite dergisi soygunu… Denetimsiz okul kantinleri… Uyuşturucu kullanılan ilköğretim okulları… ÖSS sınavında bir soru bile bilemeyen lise mezunları… Üniversiteye giremeyen lise birincileri… İki çocuğu da ÖSS’yi kazanamayan Milli Eğitim Bakanı.. Birleştirilmiş sınıflar komedisi...AB’nin , OECD ülkelerinin , hatta pek çok Afrika ülkesinin gerisinde kalan gazete ve kitap satışları… Herkesin şikayet ettiği ezberci eğitim anlayışı…Yabancı dilde eğitim rezaleti… Yeterli eğitim formasyonuna sahip olmayan öğretmenler… Laboratuarı, spor salonu, müzik odası bulunmaya okullar…  Yok olan “tevhid-i tedrisat”

Bu kadar sorunu niye biriktirdik?   Niye çözemedik?

Yüzlerce neden sıralayabiliriz…Yeterli bütçe ayırmadığımızdan, Milli Eğitimi yönetenlerin çapsızlığından, kalıcı bir “Milli” Eğitim Politikası belirlemememizden dem vurabiliriz… Ki hepsi de doğrudur…

Bu temel hataların sonucu, maalesef Öğretmenlerimizin kalitesinde önemli bir gerileme oldu…

Öğretmeni öğretmen olarak yetiştirmek amacıyla kurulan tüm eğitim müesseseleri kapandı… 1970’li yıllarda karpuzun bile yetişmeyeceği süre içerisinde 3-4 ayda insanların eline öğretmen diploması verildi..Öğretmenler maişet kaygısına düştüler, kendilerini yenileyemediler…

Ve düzey geriledi…

Belki her meslek için geçerliydi bu gerileme…Ama Özdemir Asaf’ın dediği gibi “Bütün renkler aynı hızla kirlendi.. Birinciliği beyaza verdiler”

Bakın 1940’ların 1950’lerin Lise Edebiyat Hocalarına; Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Behçet Necatigil, Arif Nihat Asya; Orhan Şaik Gökyay, Nihal Atsız, Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu... Şimdi bu çapta bir edebiyat öğretmeni tahayyül edebiliyor musunuz?

Benim de unutamadığım, unutamayacağım, çok şey borçlu olduğum hocalarım oldu;

Ortaokul Birinci sınıfta bizi edebiyat dergisi abonesi olmamız için teşvik eden ve abone olduğuna dair ilk kuponu getiren üç kişiye kitap hediye edeceğini söyleyen Türkçe Hocam Mustafa Dinçer’i nasıl unuturum… Varlık Dergisine abonelik bedelini yatırdığıma ilişkin havale kağıdını görünce bana imzalayarak hediye ettiği, Ernest Hemingway’ın Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitabı kütüphanemdedir hâla… Ortaokul ikinci sınıfta okuyup özetini çıkarmam için verdiği Sthendal’ın  730 sayfalık Kırmızı ve Siyah kitabının yanında…

 (-) ile (-) nin çarpımının artı ettiğini; düşmanımın düşmanı dostumdur, (+) ile (-) nin çarpımının (-) ettiğini dostumun düşmanı düşmanımdır, (+) ile (+)nın çarpımının (+) ettiğini dostumun dostu dostumdurdiye örnekleyerek, bu karışık olguyu iki dakikada öğrenmemi ve ömür boyu  unutmamamı  sağlayan Lisedeki Cebir Hocam Ahmet Eşel’i sık sık yad ederim…

Bana psikolojiyi ve sosyoloji’yi sevdiren Ali Biraderoğlu’nu… 
Mustafa Dinçer ile birlikte edebiyat sevgimin kitap aşkımın mimarı Fethi Soykan’ı…

Kendisine karşı yaptığım affedilmez bir hatayı affetme olgunluğunu çok genç yaşına rağmen gösteren Biyoloji Hocam Nevcihan Çeyrekli’yi..

Ülkemin Coğrafyasına duyduğum sevginin oluşmasını sağlayan Mefkure Kılıçarslan’ı ve Perihan Coşkun’u
Tarih merakımın oluşmasında önemli katkısı olan Aydın Kılıçarslan’ı

Cebir ve Uzay Geometrisi derslerimize giren, beni çok seven, benim yanlış bir şey yapmayacağıma inanan, Sevgili Hocam  Nefise Karasu’yu

Unutmam mümkün mü…

Sadece onlar mı? İlkokul öğretmenlerim Mehmet Taştan, Şaban Bey, Ali  Bey…

Üniversite Hocalarım; Naci Kınacıoğlu, İhsan Tarakçıoğlu, Jale Sihay, Erzan Erzurumluoğlu, Onur Kumbaracıbaşı, Sedat Ünalan, Akif Erginay, Şan Özalp,  Kamil Turan, Kemal Dal, Aziz Köklü, Tevfik Tatar, Salim Şen, Çevik Uraz, Nejat Tenker, Devlet Bahçeli…

Her öğretmenimden çok şey aldım…Tanrıdan yaşayanlara uzun ömür, vefat edenlere rahmet diliyorum…

Tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun…

VE UMALIM Kİ, BU ÖĞRETMENLER GÜNÜ  EĞİTİMİN VE ÖĞRETMENLERİMİZİN SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNÜN BAŞLANGICI OLSUN

5 Kasım 2013 Salı

BACA VERGİSİ


Bu topraklarda İslamiyet her zaman belirleyici olmuştur. Olmaya  da devam edecektir. Ama bana öyle geliyor ki, İslam algımız sürekli bir değişim halinde. Geleneksel İslam anlayışımızdan –belki de İslam’ın özünden- sürekli uzaklaşarak farklı, daha şekilci, daha maddeci bir İslam anlayışına yelken açıyoruz.

Son yıllarda, İslam adına özden çok şekli konuşur olduk… Haksızlık, zulüm, hırsızlık, yetim hakkı yeme, devlet malına el uzatma ne kadar günah olursa olsun gündemimizde değil… Ama şekil hep gündemde; Başörtüsünü tartıştık yıllarca… Karşı cinsle tokalaşma/tokalaşmama, müzik günah mı/sevap mı,  sakal/sakalın şekli, yemek yeme adabı vb şekli unsurları İslam’ın özüne ilişkin kavramlardan daha fazla konuşur olduk…. Abdestin sünnetleri  üzerinde saatlerce tartışabilen insanlar; bağımsızlığımızın, vatanımızın ve milletimizin sembolü Türk Bayrağı üzerine basarak namaz kılmakta beis görmediler…

Şekli, özün önüne geçirmekle de kalmadık… Dini maddeleştirdik… Soyut olarak algılanması gereken, cennet, cehennem, sevap, günah gibi kavramları somutlaştırmaya çalıştık…

“Cennet Cennet dedikleri/ birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver sen anı/ bana seni gerek seni” diyen Yunus’un İslam anlayışının ne kadar uzağındayız… (1)

Allah Rızası için hareket eden mümin o kadar az ki… Günlük hayatımızda “Bunu yapmak çok sevap”, “Şunu sakın yapma çok günah” gibi cümleleri ne çok kullanıyoruz.  İnsanları iyi eylemlere yönelten; “Allah Rızası”, “Hâk”, “Adalet”, “Doğruluk” gibi kavramlar değil,  “sevap kazanma arzusu” veya “günaha girme korkusu… Zaman, zaman sorarım kendime, “Anne ve Babasına sırf sevap kazanmak için bakan bir Müslümanın hareketi mi, anne ve babasına onları sevdiği, insani bir görev olduğu için bakan Ateistin yaklaşımı mı makbuldür?”Diye…

Bazen bu maddeleştirme işi o kadar abartılarak yapılıyor ki… Mesela, bu dünyada somut olarak algılanması mümkün olmayan Cennet olgusu bile somutlaştırılıyor, dünyevileştiriliyor. Cennet’te günde kaç kez cinsel ilişkiye girileceğinden, kaç hurinin hizmetkâr olacağından -tabii ki sahihliği tartışmalı hadislere dayanılarak- bahsedilebiliyor.(2)

Geçen gün bir televizyon kanalında bir hoca efendi konuşuyordu. Konuyu livata ve zina konusuna getirdi… Şöyle olursa livatanın günahı fazla, böyle olursa zinanın günahı fazla diye anlatırken odaya gelenler oldu, erotik bir film izliyormuş gibi yüzüm kızardı, kanal değiştirmek zorunda kaldım…

Ve aklıma bir fıkra geldi;

Zamanın  birinde bir sultanlık varmış… Sultanlık ekonomik krize girmiş. Gelirleri giderlerini karşılayamıyormuş. Sultan vezirlerini toplamış, probleme bir çözüm yolu aramışlar, bulamamışlar… Vezirlerden birisi, “Sultanım birde bizim Şehremini Şeytan Paşa’ya (3) soralım. Adı üzerinde, şeytan gibidir, çok akıllıdır. O bir tavsiyede bulunabilir” demiş… Sultan “çağırın o halde” demiş… Çağırmışlar Şehremini Şeytan Paşa’yı… Problemin ne olduğunu anlatmışlar… Şeytan Paşa  biraz düşündükten sonra önerisini bildirmiş; “Sultanım ‘Baca Vergisi’koyalım. Tüten her bacadan günlük bir akçe alalım.” Fikir Sultana makul gelmiş. Sadrazamdan başlayarak vezirlerine sormaya başlamış. Hepsi, sorun çözüldüğü için gayet mesut , “Münasiptir”, “Krizi aşarız”, “Âla” şeklinde cevaplar vermişler… Sultan son olarak da, ak sakalları beline kadar uzanan, bir eliyle de sakallarını okşayan, vezirlerin aksine endişeli gözüken Şeyhülislam’a “Siz nasıl buldunuz” diye sormuş.. Şeyhülislam, ağır ağır konuşmaya başlamış; “Bana sık, sık sorarlar; Livata mı daha günah, zina mı diye.  Bugüne kadar ben hep livatanın daha günah olduğunu ifade ederdim. Ama bugün anladım ki, hep yanlış fetva vermişim” Sultan merakla “Niye?” derken, bir yandan da bunun konuyla ne ilgisi var diye düşünüyormuş… Şeyhülislam konuşmayı sürdürmüş; “Livata büyük günahtır. Ama yapılır ve orda biter… Ama zina öyle bir günahtır ki, bazen Şeytan Paşa gibi bir  veled-i zina peydah olur, ‘Baca Vergisi’ diye bir vergi icat eder, cümle ümmeti muhammedin ocağına incir ağacı diker. Kısacası zina günahının sonuçları yıllarca devam edebilir. Bu nedenle anladım ki, zina livatadan daha büyük bir günahtır..”

Fıkra bu…

Ama dua edelim de; bundan sonra Şeytan Paşa gibi ‘Veled-i Zina’lar  etkili ve yetkili yerlerde olmasınlar…

1) Bu anlayıştan o kadar uzağız ki, Yunus Emre’nin 10. sınıf ‘Türk Edebiyatı Ders Kitabı’nda yer verilen ilahisindeki bu dörtlük, kitabın yayınevi olan Fırat Yayıncılık tarafından sansürlenmiş, kitabı inceleyen Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun da sansürlenmiş hali “Şiirden beklenen kazanımları sağladığı” görüşüyle onaylamıştır. Geniş Bilgi için Bkz: http://www.radikal.com.tr/turkiye/yunusa_da_terbiye-1112732
2) Ali Rıza Demircan’ın kitapları bu konuda çok ayrıntılıdır. A.Rıza Demircan, Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’sinin aksine seferden geri dönen varmış da onlardan duymuşcasına çok somut cennet tanımlaması yapmaktadır… Keza Cübbeli Ahmet Hoca’nın da Cennette seks konusunda çok ayrıntılı açıklamaları vardır..
3) Bana anlatılan fıkrada Şeytan sıfatının yanında bir de isim vardı ama o ismi taşıyanlara haksızlık olur diye yalnızca sıfatını kullanmayı tercih ettim. Okurken isteyen uygun gördüğü bir ismi kullanabilir. 


ŞAPKA ÜZERİNE


Şapkadan bahsetmek istiyorum. Ama, başa giyilen“serpuş” anlamındaki şapkadan değil… Harflere giydirilen şapkadan.  Daha doğrusu “^” işaretinden..
Kim Milyoner Olmak İster isimli yarışma programına katılan, GS Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi "lalettayin" kelimesinin anlamını bilemedi. Bunun üzerine "Telefon Jokeri" hakkını kullanmak istedi. Bu kez de kelimeyi doğru okuyamadı. Daha doğrusu, uzatmasız, vurgusuz ve yanlış heceleyerek okudu. Telefondaki ben olsam anlamazdım. Muhtemelen telefonla bağlanan kişi de, kelimeyi anlayamadığı için doğru şıkkı söyleyemedi...
Televizyonu izlerken, “şapkalı yazılsaydı, belki doğru okurdu” dedim. ODTÜ mezunu, reklamcı kızım “Baba şapka kalkmadı mı?” demesin mi? Bu “Şapka kalkmadı mı?” lakırdısını daha önce de, çoğu bürokrat onlarca kişiden duymama rağmen yine de şaşırdım… Çünkü kızım çok okur. Ve O benim kızım… Nasıl böyle bir şeyi söyler? Şaşırdım. Hem de çok…
Evet, uzun yıllar önce Türk Dil Kurumu’nun böyle bir girişimi olmuştu. Ama o hatadan çok çabuk dönülmüştü.
TDK’nın Yazım Kılavuzu’nu açtım, gösterdim “şapka”nın kalkmadığını… Ve  şapka olmazsa “Kar” ile “Kâr”ı, “Hala” ile “Hâlâ”yı ayırt edemeyeceğimiz üzerine kısa bir nutuk irat ettim… Ve sordum; siz reklam metinlerinde hiç “şapka” kullanmıyor musunuz? “Ben metin yazarı değilim ki baba” diye geçiştirdi sorumu…
O zaman, bir “şapka”lı bir reklam macerasını hatırladım. 2000 Yılının Haziran ayı… Türk Telekom Pazarlama Dairesi Başkanlığı görevine yeni başlamışım… Reklam birimi de bana bağlı… İlgili arkadaş, elinde bir deste broşür ile geldi; “Fazlı Bey, bunlar telefon faturaları ile gönderilecek kablo tv.yi tanıtan reklam broşürlerimiz. Nasıl olmuş?”  Broşüre bir göz attım, kan beynime sıçradı… Kapakta “Siz hala kablo tv. ile tanışmadınız mı?” mealinde bir cümle vardı.  O kelime, “hâlâ” değil, “hala” olarak yazılmıştı. Gerek reklam bölümünün sorumlusu arkadaş, gerekse reklam şirketinin yetkilileri “şapka”nın kalktığını savunuyorlardı… Kızıma anlattığım gibi, şapkasız bazı kelimelerin yazılamayacağını, “şapka” kalkmasının bir “şehir efsanesi” olduğunu anlattım. Hatta onları tatmin etmek için TDK’ ya konuyu bir yazı ile sorduk. TDK da beni doğruladı… Ama iki milyona yakın broşür basılmıştı… Mecburen broşürler gönderildi. Korktuğum olmadı. Bu hatamız medyaya yansımadı… İki milyon aboneden yalnızca bir tepki geldi… O da, geniş kitlelerin şiir sunucusu olarak tanıdığı, Türkçe aşığı gazeteci Nedret Selçuker’den… Nedret Selçuker’in, kibar üslubu ile o zamanki Türk Telekom Genel Müdürü İbrahim Hakkı Alptürk’e hitaben yazdığı, bir Türkçe dersi niteliğindeki mektubun bir kopyasını neden almadığıma hâlâ hayıflanırım…
Ancak, Türkçenin bir yazım problemi olduğu da bir gerçek… TDK, kendisinden beklenen dilde öncülük görevini, sağlıklı bir şekilde yerine getiremiyor. Pek çok konuda sık sık görüş değiştiriyor. Örneğin, 2002-2011 döneminde Numara kelimesinin Nu. olarak kısaltılması gerektiğini savunurken, 2011’den sonra yeniden No’ya dönüş yaptı. Gerekçe de ilginç; halkın bu kısaltmayı tercih etmesi… TDK’nın görevi Türkçe üzerine bilimsel çalışma yapmak mıdır? Yoksa “galat-ı meşhur”ların savunuculuğunu yapmak mı? Aynı şekilde, bu yazıyı yazmama neden olan "lalettayin" kelimesi; 1992 Baskılı TDK Büyük Türkçe Sözlükte "lâlettayin” olarak yazılmışken, son baskılarda ve internet uygulamasında  "lalettayin" şeklinde sunuluyor. Ancak şöyle bir açıklama ilavesi ile;  “la:letta:yin, l ince okunur”. Pekiyi ince okunacağını nasıl anlayacağız? Sorusu cevapsız kalıyor tabii…
Söz buraya gelmişken, Türkçe üzerine kafa yoran aydınlarımızdan Sayın Yağmur Atsız’ın, Star Gazetesinde 4.Ekim.2013 günü yayınlanan yazısında yer alan bir bölümü aktarmadan geçemeyeceğim;
“Aslını ararsanız hâlihazırdaki harf ve işâretlerle Türkçeyi hiç yanlışsız yazmak imkânsız.
Meselâ şu “^” işâreti alalım. Bunu hem uzaltma hem inceltme işâreti olarak kullanıyoruz.
Bâzen her iki işlevi de bir arada görüyor. “Kâtib”de olduğu gibi.
Fakat “mutlaka”nın son hecesini nasıl uzaltayım?
“Mutlakâ” yazsam A’dan önceki K da inceliyor. Ben “mutlakaa” diye yazıyorum bâzen ama bâzen de öyle yazmıyorum, yâni daha kendi içime tam sinmemiş.
“Kaatil” imlâsı epeyi yerleşdi ama daha bir sürü kelime var”
Kısacası tek sorun “şapka” değil ki… “Yazım” (imlâ) konusu çok tartışmaya açık.  Hatta çıkmazda… 11.Kasım.1938’den sonra Türkiye’de iktidarların, genelde “Türk Kültürü”, özelde de “Türkçe” diye meseleleri olmamasının bir sonucudur, bu çıkmaz…
Türkçe, yalnızca hâlen Türkiye’de yaşayan insanların iletişim aracı olarak algılanamaz. Türkçe, aynı zamanda Türk’ün geçmişi ile ve de Türk Dünyasının tamamı ile anlaşmasını sağlayacak bir dil olmak zorundadır…

Bunun şuurunda olsak, Türkçeye gerekli önemi versek; “lalettayin” kelimesinin anlamını değil Hukuk Fakültesi öğrencileri, ilkokul öğrencileri bilirdi… İstanbul’da yayınlanan bir kitabın Taşkent’te, Kazan’da yayınlanan bir gazetenin Üsküp’te okunmasını sağlayabilirdik… İşte O zaman gerçekten büyük millet olabilirdik… Son 30-40 yıl bu konuda ciddi çalışmalar yapabilseydik, çok da hayal değildi bu… Ama Türk Dünyası ile birlikte hareket edemeyenler “Gerçek Emperyal Devlet” olma fırsatını kaçırdılar. Bu fırsatı göremeyenlerin bir kısmı, ABD’nin peşinde “Emperyal Devlet” olma hayali kuruyorlar…

GÜZELLİK ÜZERİNE BİR GÜZELLEME

“Güzellik” bir realite midir, yoksa  bir algı mı?

Bizim değer yargılarımızla şartlanmamış birisinin, mesela bir uzaylının veya bizim yönlendirmemizden uzak ormanda tek başına büyümüş birisinin,  güzellik anlayışı bizim güzellik anlayışımızla aynı olur mu?

Aslı, Şirin, Leyla gerçekten çok güzel miydi? Yoksa onları güzel kılan; Kerem’in, Ferhat’ın, Mecnun’un aşkları mıydı?

Aslında bu soruların cevabını atalarımız vermiş, o güzelim Atasözleriyle; “Güzellik görenin gözündedir...”, “Kuzguna yavrusu güzel”…

Ne kadar doğru; “Güzellik görenin gözündedir...”

Ve aynı anlayış türkülerimize, şiirlerimize, şarkılarımıza yansımış…

Ne diyor Veysel; Güzelliğin on para etmez şu bendeki aşk olmasa…

Ve Rüştü Şardağ’ın O güzel Şarkısı; “Mânâda güzel, ruhta güzel, tende güzelsin/Ey sevgili sen elde değil, bende güzelsin.”

Kısa şiirin, kısa deyişin üstadı Özdemir Asaf da aynı duyguyu şu kelimelerle anlatır;  “Güzellik gözlerdedir bakılanlarda değil..."

Bakan sevgi ile bakmayınca, baktığı dünyanın en güzel varlığı olsa O güzelliği göremez ki..

Efendimiz ( s.a.v ) ile sahabeler bir seyahat esnasında  yolda bir köpek ölüsüyle karşılaşırlar; hava sıcak,  köpek ölüsü güneşin altında kokusunu iyice yaymış tam anlamıyla leş gibi kokmaktadır.. Sahabelerin hepsi tiksinerek burunları kapatmışken , O güzel insan;  “ama dişleri ne güzel” diyebilmiştir…

Evet; asıl mesele; köpek leşindeki güzel dişleri, kötü  diye nitelenen insanın kalbinin derinliklerinde ulaşılmayı bekleyen iyilik kırıntılarını, umutsuzluk ummanındaki umut adasını, görebilmektir...

Ama ne yazık ki, bizim insanlara, eşyalara, kendi gözümüzle, kültürel mirasımızdan bize yansıyan bakış açısıyla bakmamız engelleniyor…

Kapitalist tüketim toplumunun dayatmalarıyla bakıyoruz; eşyaya, insana... Mehlika Sultana şiirler yazan şairlerin yerini vesikali yâre şiirler yazan şairler alıyor; ahu gözlerin, selvi boyların yerine tombul tombul memeler süslüyor şiirleri.. .

Güzellik anlayışımız, soyuttan somuta indirgeniyor; herkesin güzel anlayışı tekleşiyor.. Herkesin hayal dünyasında aynı güzel, kendi güzeli yok;  kıyafette, makyajda, renkte güzellik anlayışımızı holdingler ve onların reklamcıları belirliyor…


Oysa, başkasının güzelinden bana ne; ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca..